zuxxi.com//sinema|geyiks

katastrof

Çöp Tenekesi

İki eliniz doluyken çöp tenekesine bişey atmaya kalktınız mı? Ve bu hareket sonrası elinizde kalan cisim atmanız gereken çöp müydü? Olur arada ööle... Bi bakarsın cüzdan çöpte, kola tenekesi elde.
  • Pearl Harbor - Pearl Harbor

    Land of the free, land of the brave ... ??!!!??

    Mon dieu, biri çıkıp ta bu Hollywood a bi dur demeli artık. İşte bakın ben diyorum : DUR Hollywood! İnsanları bu saçma sapan patriotik filmlerle oyalama artık. 15 dakikaya zor sığdırılacak bi film, güzel bi iki sahneye 2 saat 45 dakikalık geyik eklenilerek, evet evet ancak bu şekilde tam 3 saatlik bi işkenceye ve sinir bunalımına dönüştürülebilirmiş. Vatansever yönetmen arkadaşı çok takdir ediyorum ki bunu başarmış. Ayrıntılara girecek olursaak ... 1.. Sanırım bu gidişle Hollywood Amerika tarihinin tüm pisliklerini beyaz perde sayesinde bir gün tüm dünyaya unutturmayı başaracak. (Burda özellikle Amerika'ya bi sataşma yok, her milletin tarihinde işlediği günahlar yok değildir, yani vardır. Bu konuya başka bi yazımızda değiniriz sonra). Dikkat ederseniz Amerikan Tarihini işleyen filmlerde -ki konuya genellikle kahramanlık ve cesurluk vs. gibi öğeler hakimdir- asıl kahramanın yanında mutlaka zafere katkıda bulunan en az bi adet zenci bulunur. Sanki bu adamlar gariban siyahlara yıllar boyu eziyet etmemiş, eşi görülmemiş bir ırkçılık bu ülkede yüzlerce yıl yaşamamış gibi bi de tutup : "Bu ülkeyi zenci-beyaz elele kurduk, zenci-beyaz elele savunduk, ayrım yapan kalleştir" mesajını geçmişi konu alan her filmlerinde işlerler. (bi başka örnek: the Patriot). Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?.. diye sorasım geliyor wallaa. Ayrıca bu filmdeki zenci kurgunun bi hayli dışında, ve bence filme sanki zorla monte edilmiş. 2.. Tahammül edilemez bi başka nokta: "Amerika çok eziyet çekti, ama sonunda kazanmasını bildi" geyikleri. Pearl Harbor baskınında bir saatte 2403 Amerikalı öldü. Hiroşima'da ise 80,000 Japon bi kaç saniye içinde eridi ve 50 yıl boyunca Caponlar yamuk yumuk çocuklar dünyaya getirdi. Bu durumda bu duygu sömürüsü bu özgür ve cesur arkadaşlara pek de yakışmıyo bence. Ama sanırım bu "zeytinyağlılık" Amerikan milletinin kanında var, ya da konu bazı şeylere gelince yukarıda bi arkadaşın da ifade ettiği gibi: "yemiyo". Bi başka ihtimal de, film sırasında caralis arkadaşla yaptığımız geyiklere dönecek olursam: "An American is worth the entire world". Bu konuyu burda kapiyim. 3.. Filmde işlenen "aşk üçgeni" asıl konuyla iyi kaynaştırılamamış. Filmin ilk bir saati film yalnızca bu aşkı mı konu alacak, yoksa japonları da bi ara görecek miyiz diye merak edip durdum. Bu konuda başka filmlerle kıyaslamaya gerek yok, bence kurgu dengesiz, işte o kadar! 4.. Ben Affleck bi çok sahnede çok kötü rol yapmış bence. Hani bazı sahnelerde aktör izleyiciye perdedeki hiç bişeyin gerçek olmadığını, aslında etraflarının ışıkçılar ve kameramanlarla çevrili olduğunu doya doya hatırlatır ya. Bayaa var bu filmde bunlardan. 5.. Yiğidi öldürüp hakkını verecek olursak, eklemek gerekir ki baskın sahneleri gerçekten çok iyi çekilmiş. Şu caponun ailesine yazdığı mektupla başlayıp baskının sonuna kadar yapılan çekimler müthiş ve film izlenecekse sadece bu sahneler hatırına izlenir diyorum ben. Gerçi bu arada da bayya duygu sömürüsü var, (japon uçaklarının geçtiği yerlerdeki halk manzaraları) lakin bu kadarı da görmezden gelinebilir. Filmdir, olur. 6.. Normal şartlarda filmin puanı 3. Patriotik geyikleri düşersek geriye kalır 1, savaş sahnelerini eklersek (+2) elde var :3. Fazlası kurtarmaz. Hatta bu kadarı fazla bile. Son.. Bol bol vakti olan arkadaşlar baskın sahnelerini izlemeye gidebilir, onun dışında tavsiye etmem kimseye. Ama bu ara vizyonda zaten çok iyi filmler yok, acaip de reklamı yapılıyo filmin, haliyle hemen hemen hepiniz seyretçeksiniz. Bu durumda bişey diyemiyorum ben artık. Yorumuma son verrirken ...
    Puan: 3
  • Akıl Defteri - Memento

    The world doesn't dissappear when you close your eyes, does it?

    Gerçek bir bulmaca, tam bir sinema keyfi. Bence yönetmenin izleyiciyi değil kendini eğlendirmek için yaptığı filmlerden. Sizi avucunuzun içine alıyor, film boyunca anlatımıyla bir bakıma Leonard'ın hastalığını yaşatıyor. Kafanızı karıştırıp sizinle adeta "kafa buluyor". Bana da favori filmlerim arasına giren bu filmi alkışlamak kalıyor. Notlar: 1..Başrolde Guy Pearce'ın kullanılması çok yerinde olmuş. Adamın L.A. Confidential'daki gözlüklü polis olduğunu zor hatırlarken bu filmden sonra daha yakından tanımak zorunda kalacağız bence. 2..Yapıldıktan bir sene sonra, üstelik yazın ortasında bi sürü saçma sapan filmle birlikte vizyona sokularak filme çok büyük haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Ama zuxxi ye bakılırsa film yine de izleyicisine ulaşmış. 3..Filmin resmi web sayfasını mutlaka ziyaret edin, senaryoyu tamamlamaya yardımcı olacaktır. (www.otnemem.com) 4..Film Memento adıyla vizyona girse ne olurdu acaba? Bu isimleri kim buluyor, niye buluyor anlamak mümkün değil. Benden bu kadar...
    Puan: 10
  • Final Fantasy - Final Fantasy - The Spirits Within

    Gaia

    Bi çok soru getiriyo akla film. Mesela: Bu sanal aktörler zamanı gelince hayatı birebir simüle edip sinema endüstrisini ele geçirecek mi? "Gerçek" in sınırlarını sınırsız bi şekilde aşabilen bu sanallık yakında Al Pacino'nun papucunu dama atacak mı? Filmin hasılatı bunca devasa emeğin karşılığını verebilecek mi? Hiç bir zaman iyi bir aktör olamayacak olan ben bilgisayar işine daha fazla eğilerekten günlerden bir gün sinema dünyasına ucundan kıyısından girebilir miyim? vs. vs. ..Uzun lafın kısası film fazlasıyla takdire şayan. "Toy Story", "Dinasour" vb. filmler teknikleriyle zamanında onca ses getirdi, lakin bu zamana kadar yapılanların tamamı Final Fantasy nin yanında kat'i surette solda sıfır. Özellikle yüz ifadelerine, çillere, saçlara sakallara dikkat. Tek eksik hikayenin bi miktar zayıf olması, bu -1 puan. Bir -1 puan da yakında bunun daha iyisi yapılınca ona daha fazla verebilmek için = 8.
    Puan: 8
  • Paramparça Aşklar Köpekler - Amores Perros

    Aşk köpektir ? Aşklar köpekler ?

    Birşeyler yapmaya çalışmış ama Tarantino'nun taklit Meksika şubesi olmaktan öteye gidememiş bir film. Anlatım tekniği Pulp Fiction'dan, hikayeler arasında geçiş yaparken ekranda çıkan yazılar Reservoir Dogs'dan. Kullanılaan köpekler de kesin rezervuar köpekleridir zaten (geeez, kötü espri, kabul). Bi kaç klasik sahne, bir iki asürdite, biraz trajedi = elde var sıfır. Sevmedim.
    Puan: 5
  • Dövüş Kulübü - Fight Club

    This is your life, and it's ending one minute added time

    Çok uykum vardı dün gece. Dedim ki kendi kendime :"Bilgisayarıma bi film takayım, oynatayım, sonra da film eşliğinde güzel güzel uykuya dalayım". Çok güzel olcaktı hakkaten, ama bu dahiyane planı pratiğe dökerken seçtiğim filmin Fight Club olması uyku planlarımın altını üstüne getirdi. Film bittiğinde cin gibi ayakta, replikleri kendi kendime tekrar ederken buldum kendimi. Buraya iki satır not düşmeden de duramadım haliyle. Şimdi film için "çok güzel bir sistem eleştirisi" desem, etraflarında gördükleri her şeyin hali hazırda kapitalizmin malı olduğunu halen kavrayamamış bi iki arkadaş çıkcak, diicekler ki: yok efendim o kadar gişe hasılatı yaparak bu filmde sistemin bir parçası olmadı mı? Brad Pitt, Edward Norton, David Fincher vs. Hollywood'daki evlerinde paralarını sayarak bana kıçlarıyla gülmüyolar mı? vs. vs. Ben de onlara diicem ki: Bırakın sistem karşıtı bir filmi, sistem karşıtı ideolojiler dahi malesef kapitalizme aittir. Bunu görmek için de sanırım fahiş fiyatlara satılan Che Guevara fotoğraf albümlerine, t-shirlerine ya da bandanalarına biraz daha dikkatli bakmak yeterli. Yani bu tür tartışmalar, eleştiriler çok anlamsız ve çocukça. Demek istediğim odur ki: ben bu filme güzel bir sistem eleştirisi diyorum, tüketici toplumun yüzüne atılmış bir tokat diyorum, ve yorumun altında da yukarıdaki gibi saçma sapan eleştiriler görmek istemiyorum. Compris? P.S: Ayrıca, "Meet Joe Black" tarzı filmler yaparak Di Caprio usulü bir "yakışıklı" rolünü 100 defa oynamak yerine harika bir aktör olmayı seçen Brad Pitt'in de gözlerinden öpüyorum. (bknz. 12 Monkeys, Snatch, Se7en, Int. with the Vampire, ve hatta The Mexican vs. ) P.S 2: If I did have a tumor, I'd call it Marla.
    Puan: 9
  • Hannibal - Hannibal

    I'm giving very serious thought... to eating your wife

    Devam filmleri çekmek zordur her zaman. (Rocky ve Rambo serileri şahsımca kalitesiz TV dizileri olarak görüldüklerinden bu yorumun muhattabı değillerdir). Herkes filmi bi öncekiyle karşılaştıracak, önceki kadar iyi diil diycek falan filan ...bi sürü salata. Hele devamı çekilen film Kuzuların Sessizliği gibi bi efsaneyse, böyle bi işe el atmak çılgınlık derim ben. Ridley abi böyle bi çılgınlık yapmış, Lecter'ı canlandırıp biraz para kazanalım demiş, sonunda da -bana sorarsanız- çılgınlığının karşılığını almış. Film benim için Kuzuların S. kadar özel bi film olmadı tabii ki. Çok güçlü bi senaryo yok ortada, yalnız çok büyük bi artısı Lecter'ın karakter özelliklerini ilk filme göre daha fazla vurgulamış olması. Hannibal'ı hücresinde değil de doğal habitatında (Floransa) görmek de güzel oldu açıkçası. Floransa demişken, Kuzuların sessizliğinde Hannibal'ın Floransa sevdası o kadar vurgulandığı halde bu filmde kara kara "nerde bu herif" diye düşünmeleri kazmaca olmuş biraz. Nerde olcak lan, Floransa'da tabii ki. Töbe töbe. Farklı yönetmen, farklı polis olunca böyle oluyo demek ki. Anthony Hopins her zamanki gibi "süper", Floransa "süper", dolayısı ile hedefi 12 den vurmasa da film de "bayaa iyi". Film çıkışı kızın biri önümde düşüp bayılınca beyin sahnesinin amacına ulaçtığına kanaat getirdim. Bu da başka bi ayrıntı.
    Puan: 8
  • Sarhoş Atlar Zamanı - Zamani barayé masti asbha

    Hakkaten sarhoş oluyo atlar ...

    Sinema açısından pek bir değeri olmayan, ama biz şehir çocuklarına, Burger King'de yemek yedikten sonra girdiğimiz sinemada (Kavaklıdere) yörenin çilelerini anlatabildiği için gözümde değer kazanmış bir film... Van Damme posteri, iki tane kamyon lastiği satmak için çekilenler, bardakları gazeteye sarma vs. vs. Çok keyifli bir seyir değil, ama iyi bir film.
    Puan: 6
  • Sıcak Çikolata - Merci pour le chocolat

    Funérailles

    Özel pek bi şey yok. Kimin kimin oğlu-kızı olduğunu seyircinin de pek çözemediği karmaşık aile ilişkileri var, Mika'nın (Isabelle Huppert) psikopat ve iyi çekilmiş yüz ifadeleri var, Liszt'in cenaze marşı var (film boyunca 20 kez dinliyosunuz), bi de Jeanne var -ki hem çok güzel hem de müzisyen, insanın aşık olası geliyo-. Başka da pek bi şey yok. Avrupa filmlerine olan zaafım bile kurtaramadı filmi. İzlerken bi miktar keyif aldım ama bu yeterli mi? Değil. Pas a mon gout.
    Puan: 5
  • Malena - Malena

    Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla

    Film Ankara'ya şöyle bi dokundu geçti uzun zaman önce. O zaman kaçırdım, ama dün uzun çabalar sonunda divx ini bulunca çok şükür ben de mahrum kalmadım. Film çok hoş, hatta bence harika. Ne demiş Nietzsche: "Sözcükler şeyleri eksilterek duygusuzlaştırır, sözcükler kişiliksizleştirir". Her şeyi sözcüklere dökmeye gerek yok. Fırsatı olan mutlaka izlesin.
    Puan: 8
  • Pi - Pi

    Nerdeyim? Kimim? Ne yapıyorum?

    Sinema tarihinin en "nev-i şahsına münasır" yapıtlarından birini biraz önce izlemiş bulunmaktayım. Şu anda dağılmış ve yapmam gereken işlerin hiçbirine konsantre olamaz haldeyim. Filmin tamamını suratımta iğreti bir Marlon Brando - Robert de Niro karışımı ifadeyle hiç kıpırdamadan izledim. Sadece filmin sonuna doğru (izleyenlerin tahmin edebilecekleri sahnede) ekrana doğru belli belirsiz bi hamle yaptığımı hatırlıyorum. Film ulaşmak istediği yere gidememiş ama kıyısından dönmüş. Özellikle ortalıkta dönen gizemli matematiksel işlerden seyirciyi biraz daha haberdar etmeye çalışabilirdi. Seyircinin bi çok kavramı tam anlamadan etkilenmesini, hayran kalmasını planlanmış. Max'ın kendi kendine çizdiği şekiller, salyangozoid, olayla pek bi ilgisi olmasa da bir iki çemberle ve salyangozoid le gündeme gelen pi sayısı... bunların Max için ne anlama geldiğinden seyircinin en ufak bir fikri dahi yok. Hoş, bana kalırsa yönetmenin de yok. Oyunculuk, yaratıcılık, çekimler vs. gibi konulara hiç girmiyorum, hepsi yerlerine "cuk" diye oturmuşlar. Konusu ve psikopatlığı bağlamında bugüne kadar kendisine verilmiş en psikopat puanı da hak ediyor: 358979323846264338327950288419716939937510582094.....
    Puan: 7
  • Bazıları Çabuk Bıkar - Someone Like You

    Erkekler çabuk bıkar

    Normal şartlar altında beş para etmez. Ama öyle güzel gerçeklere parmak basmış ki yerden yere vurmaya da kıyamıyorum doğrusu. Ve burdan toplumumuzun feminen bireylerine seslenmek istiyorum: Evet efendim, acı ama gerçek, doğrudur gördükleriniz, duyduklarınız. Erkekleri daha iyi tanıyıp, ona göre ayağınızı denk alınız. 2 puan vercektim, ama +2 puan da gönlümden koptu öölesine. 4 etti böylece.
    Puan: 4
  • Geçmişin Gölgesinde - American History X

    Amerikan Tarihi X

    Bi kere daha izledim bugün. Sinemada ilk seyredişimin ardından (3 yıl olmuş) köprünün ardından bi hayli sular akmış anlaşılan -ki çok daha farkli yönlere çekti beni bu defa. Irkçı bi insan değilim kesinlikle. Ama doğrusunu söylemek gerekirse zenci milletini pek sevmem. Özellikle Amerikan zencisinin hareketlerini, tarzını, İngilizceyi ucube, ne idüü belirsiz bi aksanla bi Afrika dili gibi konuşmasını, saçını, Hip-hop unu... Sevmem. (Blues severim ama). Sinema ekranında bile... Morgan Freeman ve (Pulp Fiction hatırına)Samuel Jackson dışında hiç bir zenciyi aktörden saymamışımdır. Başrolleri zencilerden oluşan bir film benim için -genellikle- başlamadan biter. Beğenemem oyunculuklarını bi türlü. Ancak, zenci sevmeyen bi çok insanın aksine, bu durumu kesinlikle zencilerin bi suçu olarak görmem. Beyazlara kölelik yapsınlar diye kendi kıtalarından "medeniyete" sürülen, alınıp satılan, eziyet edilen, kölelik kalktıktan sonra beyaz insan "kölelik bitti, hadi Afrika'ya dönün" diyecek yüzü kendinde bulamadığı için rüyalar ülkesi'nin pis işlerini yapmaya devam etmek zorunda kalan, bu defa toplumun en dibine, otobüslerin arka kısımlarına, şehrin en sefil yerlerine layık görülen, yüzyıllar boyu aşağılanan ve adamdan sayılmayan bi ırkın çocuklarının, "sevimli" insanlar olmalarını nasıl beklerim ki? Bekleyemem elbet. Zenci milleti bu mutsuzluğa, suça, zorbalığa beyaz insan tarafından itildi diye düşünürüm her zaman. Kanıt mı? Bakın Afrika'da ki zenciler Amerikan renkdaşlarına göre ne kadar da mutlular. Belki filmin senaryosuyla, konusuyla vs. çok bi ilgisi yok bunların ama filmi seyrederken aklımdan sürekli bunlar geçti. Zencinin beynini dağıtan Derek'in de, Danny'den intikam almak için yanıp tutuşan ufak zencinin de zavallılıklarını gördüm. Bu iki insanı bir araya getirip birbirini öldürten tarihin ironisine güldüm. Beyaz insanın tarihte işlediği suçların bedelinin torunları tarafından nasıl ödendiğini bi kez daha seyrettim. Edward Norton filmin sonuna doğru adeta tüm suçlarını vücüdundan yıkayıp atmaya çalıştığı duştan çıkıp ta göğsündeki gamalı haça acı acı bakarken tüm bunları düşünüp çocuk gibi duygulandım. Bunların dışında Edward'ın oyunculuğu vs.vs... gerisinin pek bi önemi yok. Filmin ne kadar kaliteli olduğunu herkes biliyo zaten.
    Puan: 8
  • Dracula 2000 - Dracula 2000

    Yaw ne diye yazıyorum bu filme onu bile anlamadım ya

    Benim de zaafım bu. Seviyorum vampir milletini. Seviyorum n'aapiyim? E n'apiim seviyorum. Kandaki "Gothic" liklen olsa gerek biraz. Pek bişey beklediğimden diil, meraktan izledim filmi. Ve anladım ki dostlar, Hollywood kardeş bu Dracula hadisesini de yaptığı onyüzbinmilyonuncu film sonrası tüketmiş, yenilik getiricem hadiseye diye türlü maymunluklara dalmış. Bu filmi geçtim, bundan sonra Dracula 2001, 2002 geliyo ki Stoker'ın kemikleri bi hayli daha sızlayacağa benzer, ona yanıyorum şimdiden. Sinema değil bu. Aldatmaca. Kont Dracula'ya saygısızlık. Bram Stoker'in, Bela Lugosi'nin ve Vlad'in lanetleri bu filmin cast i üzerindedir. Slayer ise bu filme yaptıkları soundtrack ten ötürü tarafımca kınanmışlardır. Olayım budur.
    Puan: 1
  • Arizona Rüyası - Arizona Dream

    Amerika değil Arizona, Arizona... hayret bişey yahu

    Çok zeki adam şu Kusturica. Yaptığı filmlerin hepsinin kendine göre bi inceliği, zarifliği var. Mesajı seyircinin gözünün içine sokmuyor ama lüks bi lokantada servis yapan kibar bir garson misali kayıtsızca önünüze bırakıyor. Filmlerinin şimdiden klasik mertebesine yükselmelerine şaşmamalı. Her bir karakter ve bu karakteri seyircinin kafasında bir "kişilik" olarak oluşturan herşey çok iyi işlenmiş bu filmde. Leo'nun üstüste konulunca aya ulaşacak otomobilleri, Grace'in akordeonu ve kaplumbağaları, sinema tarihinden herhangi bir sahneyi birebir taklit etme yeteneğine sahip Paul'un girdiği yarışmada seçebileceği en yanlış sahneyi seçerek gülünç duruma düşmesi, ve tabii "North by Northwest" üzerine kurduğu intihar fantazisi, Axel'ın balık sevdası, Leo'nun gencecik sevgilisinin müstakbel kocasıyla arasındaki yaş farkını düşünüp düşünüp ağlaması, filmin başındaki eskimo, iki gözü de tek tarafında olan uçan balık, uçan balonu takip edilerek yapılan geçiş... herşey çok zekice ve ustaca hazırlanmış. Yemek sahnesi, masada yürüyen kaplumbağalar ve Paul'ün "North by Northwest" parformansı hiç unutmayacağım ayrıntılar. Sonuç olarak: Acaip lezzetli, "yeme de yanında yat" tadında bir film. Her seyreden beğensin kaygısına düşmemiş (ne zaman düştü ki), hitap ettiği izleyiciye kendi dilinde bi ziyafet sunmayı planlamış Kusturica. Tekrar tekrar izledim, daha da izlerim. Ayrıca: - Johnny Depp'e kanımın kaynadığı ilk filmdir. Severim keratayı. - Filmin Türkiye'de "Amerikan Rüyası" ismiyle vizyona girmiş olması bugüne kadar yapılan gereksiz isim değişikliklerinden en acımasız ve yanlış olanı bence. Zira filmin isminin de Kusturica'nın absürd espri anlayışını yansıttığını düşünüyorum. - Filmde orda burda uçarken görülen iki gözü de başının sol tarafındaki balık "Dilbalığı" dediğimiz balık imiş. Hakkaten de böyle bi sorunu varmış bu balığın. Fantazi değil, gerçek. - Puanı 8.5 tan 8.
    Puan: 8
  • Billy Elliot - Billy Elliot

    Yer üstündeki her İngilizce aksanını çözdüm, bunu çözemedim

    Bazı şeylerin salya sümük muhabbeti olmadan da anlatılabileceğinin ispatıdır gözümde. Bi ara zuxxi de bi arkadaşın yorumunda okuduğum "ben kolay kolay holifut sevmem" şeklinde bi hötöröflüğe ucundan kıyısından bulaşmadan ifade etmeye çalışırsam (pek olmıycak galiba): Doğallığın ve sadeliğin boyalı badanalı Hollywood duygusallığına karşı kesin zaferidir. Şu mektup sahnesinde mesela, "annen çok özel bi kadın olmalı" cümlesine "yoo, o sadece benim annemdi" yanıtını hangi senaryo vermiştir başka? Oyunculuğu beğenmemiş bazı arkadaşlar, kesinlikle katılmadığımı belirteyim, çok da fazla uzatmıyım. Kalbimi fazla fazla kazanmıştır Billy Elliot.
    Puan: 9
  • Karanlıkta Dans - Dancer in the Dark

    Başlık bulamıyorum ..rum ..rum durum.. buldum bile bakın

    Himalaya bir, bu film iki.. görmek için kazınıp kazınıp ta kazınmalarımın bi poka yaramadığı filmler idi. Kavaklıdere'nin özel gösterimlerini bile kaçırdıktan sonra ümidim kalmamıştı nerdeyse.. kısmet bugüneymiş. Bi filmi o kadar arayıp taradıktan sonra seyretmeye de çekiniyo insan. Neyse. Elhamdülillah gördük sonunda. Nıhahahahah. Efendime söyliyim, daha önce von Trier seyretmemişliğimden olsa gerek, çok daha farklı bekliyodum ben bu filmi. Tarantino bi röportajında şöyle diyodu: (sanırım PF nin soundtrack inde kayıtlı bu) "Bi filmi yapmaya başlamadan önce plak kolleksiyonuma giderim, hangi müziklerin oluşturmak istediğim "mood" a uyduğuna bakarım. Parçaları doğru sahnelere doğru şekilde bi kere yerleştirdiniz mi, filmi seyreden hiç kimse o parçayı üzerinde çaldığı sahneden ayrı düşünemez artık" (1e1 hatırlayamıyo olabilirim). Bende sevdiğim parçalara uygun sahneler canlandırma alışkanlığı oluşturmuştu bu laf. Açıkçası Björk'ün oynadığı filmi de seyretmeden bu seviyede algıladım, aklıma getirmeden bi daha Björk dinleyemeyeceğim sahneler olcak sandım, yanılmışım. Basite indirgemişim olayı. Bende öyle "aman aman" bi etki bırakmadı film. Selma için oluşturulan "iyilik ve dürüstlük timsali melek" imajı itti beni. "Kirayı biraz artırsam mı, az gibi" şeklindeki sömürücü ifadelerden tiksindim. Kadının etrafındaki sevgi çemberini yapmacık buldum. Tam "olmamış abi" diycektim ki, sevgi çemberinin daralmasıyla birlikte daha mantıklı yerlere gitti senaryo. Yine tam olmadı, ama oldu biraz. (ne demekse?). Son günlerde bilgisayar başında film manyağına dönmemiş olsam belki daha bi severdim, sayardım... belki? kimbilir? Hikayenin anlatılışı, sadeliği, basitliği, bıraktığı etki güzel, ama bunu yapmak için kamerayı ille de "handycam" boyutuna indirgemek gerekli mi, orası tartışılır. Yönetmenin tercihidir, filme bi miktar daha gerçekçilik katmıştır, bu açılardan kabulümdür, saygı duymaktayımdır. Altıbuçuk olsa altıbuçuk verirdim, ama yok. Hakkaten olsa ya? Björk'ün hatırına 6 diil 7 ossun madem.
    Puan: 7
  • Requiem for a Dream - Requiem for a Dream

    Hayırlısı neyse o olsun

    Film vizyona gircek mi girmiycek mi tam bilmiyorum şu anda. Ama girse de girmese de bi yolu bulunup kesinlikle görülmeli. Bu filmi beğenmemek kesinlikle beğenmekten çok daha kolay, o yüzden ilk izleyişte sevmediyseniz mutlaka bi şans daha vermelisiniz. Zira, kolay yutulur bir lokma olmadığı gibi sizi ham yapıp mideye indirebilecek bi film var karşımızda. (Hafiften Nick Cave tadında, sabır istiyo biraz). Pi yi seyredenler için bi sürü şey çok tanıdık gelcektir bu filmde. Kendi tarzını sağlam temellere oturtmus Aronofsky. Kendi adıyla anılacak "ritüel" leri olmus. Kendi adıma, bunlardan bi kısmının film sırasında beni bi miktar rahatsız ettiğini söylemeliyim. Hani çok sevdiğiniz bi grup bi önceki albümlerine çok benzeyen bi albüm daha yapar, albüm güzeldir, ama bi öncekinin yerini asla tutmaz ya. (Anlayan anlamıştır umarım). Böyle bi etki bıraktı bende bi çok sahne. Bişeyler yutma, enjekte etme sahnelerini geçtim hadi, karakterlerin kriz anlarında kameranın tavrı ve duyduğumuz cızırtı, karaktere sabitlenen kamera,.. bunlardan bikaçı. Sevmedim değil, ama bi kıymık gibi saplandı kaldı seyir zevkimin orta yerine. Sonradan alıştım tekrar, bazı şeyler iki filmde de bire aynı şekilde kullanılmış olsalar da "olayları farklı filmlerin abi" dedim, daha bi sevdim. Pi'yi görmediyseniz bu konuda benden daha şanslısınız. Ekranin ortadan ikiye bölünmesi de beni çok cezbetmese de enterasan olmuş (Lotus Esprit'i hatirladim ben). Yazdıkça yazasım geliyo ama yine de konu hakkında fazla çene çalmıycam. Zamanı gelince Jixus kardeş yazar ana sayfaya nası olsa. Kısaca ifade edersek olayımız "düşüş", "kaybediş", "dibe vuruş" tur. Konunun işlenişi de bi çokları için gayet "rahatsız edici" olsa da, cesur ve acımasız tarzı bana gayet güzel uymuş, memnun etmiştir. Filmi dedem seyredip te gelip buraya yazsaydı, zuxxi alemi ilk "Allah sonumuzu hayır eylesin" yaklaşımına kavuşurdu, kavuşmadı. Exorcist'teki zavalli anne kesinlikle filmin yıldızı. Jennifer Connely'yi Dark City'de de acaip beğenmiştim, burda daha bi beğendim. Yalnız Marion'un (Mary Ann diye anlamiştim ben, bi baktim ki diilmiş) şu iskelemsi yerde uzakta, ayakta durduğu sahne Dark City'deki iskele sahnesine çok benzemiyo muydu? Hatta aynıydı nerdeyse. Oyuncularda aynı olunca.. ilginç geldi bana. Öyleydi hakkaten. Başka bi nokta da şudur ki, uzun zamandir müziklerin bu kadar iyi kullanıldığı bi film seyrettiğimi hatırlamıyorum. Filmin sert geçişlerine uyum sağlayan ataklar, piskopat ritmler vs. vs. Özellikle dark-ambient vb. türleri sevenleri uçuracak cinsten. Massive Attack tarzı hasta ritmler üzerine giydirilmiş melodileri sevenlere de uygundur (ben kefilim). Hele ara ara kemanlar "cızzz" diye girmiyolar mı, öpülesi hakkaten. Vallaa ne diyim? "Gavur yapıyo arkadaş" diyim en iyisi. Yahut şöyle de diyebilirim: Issız bi adaya düşsem yanıma alacağım ilk üç filmden değil, ama ilk 20 filmden biri olurdu. Üç kelime ile açıklamam gerekseydi: Seyrettikçe seyredesim geliyo. Gökten üç elma ... (yeter lan). Yazinin sonuna kadar fikrimi değiştirmezzem 10 vericem. Yorum yazan ilk kişi olmanın sorumluluğu altında heyecandan titreyerek basıyorum "gönder" tuşuna. Hihahahaha, evet, evet çok güzel olcak, insanlar açtığım yolda ilerleyecek. Keşke kırmızı elbisemi giyseydim bu an için. (ii de erkeim ben ne gezer bende kırmızı elbise). czzzzzz.
    Puan: 9
  • Addams Ailesi 2 - Addams Family Values

    Inzomnia

    İnsomniak olmuşuz bi kere, uyuyamayınca yapacak iş güç te yok, Zuxxi'de geziniyorum ööle eblek eblek. Vakit geçsin de nası geçerse geçsin hesabı. Gece bitmiş horoz ötmüş öğlen olmuş, damla uyku girmemiş gözüme... Çıkıverdi karşıma yüzyılın komedigotik sülalesi. Çok filme aşerdim bugüne kadar, "olsa da izlesek" dedim, bi şekilde tatmin ettim kabaran arzularımı... Ama Mein Führer, bu defa çok farklı olcak, bulamıycam hiç bi yerde, ulaşılamayan bi aşk misali yanım durcak böğrümde, birazdan uyuyabilirsem rüyalarıma gircek. Hakkaten yaa, olsa da izlesek. Yok mu yakınlarda yayınlıycak kanal? Puanı da çok düşükmüş, yazık, gereğini yapalım.
    Puan: 10
  • Aşkın Büyüsü - Les Enfants du Siècle

    Vule vu kuşe avek mua, Jülyet? Ne dedin, yaş farkı mı? Elele verir aşarız be güzelim.

    Abraham Lincoln: Olm katastrof, manyak mısın, bi gecede bu kadar yorum yazılır mı? Boktan olur, kimse okumaz sonra. Katastrof: Yazılır be baba, yazılır, bilmiyosun ne halde olduğumu, bi çıkış bulmuşum kendime onun da içine etme. Hem sen ne arıyon ki burda?.. ha? Kolay mı baba? Uyuyamıyom zaten, sabahı ediyim bari diye gece büyük umutlarla "Untouchables" olayına girmişim, çok iyi sonuçlar doğurabilecek bi konunun maymuna çevirilişi karşısında gözyaşı dökmüşüm, Kevin Kostnır'a ana avrat düz gitmişim, Şan Kanıri'ye bi defa daha-bu defa daha fazla-kıl olmuşum, De Niro'yu karşıma alıp azarlamışım gece boyu, "ne arıyon lan sen burda?" diye. Soonacııma da jülyet'i görüp kendime gelmişim bi miktar. Şu kadarcık mutluluk çok mudur yani bunun üstüne bana? Manyak mıyım neyim ben de, git Milla'ya tutul, veya ne biliim Alisya Silvırstoon'u var, Liv Taylır'ı var... Bula bula Jülyet Binoş'u bulmuşum ben. Tamam yaşı biraz geçkin ama hoş kadın, kendine göre bi karizması var, hem kültür-sanat ortamlarında büyümüş. Sofi Marso'ya bile deişmem vallaa. Neyse efendim, film de güzel filmdir. Sevgiliyle seyredilmesi şart deildir. Bakın benim o zamanlar yanıbaşımda kimsem yoktu bu filme gidecek, üç kere aynı sinemadan tek kişilik bilet almaya yeltendim, ikisinde satmadılar "bi kişi için matine de olmaz, suare de, vallaa kurtarmaz" dediler, sonra acıdılar da seyrettim filmi. Aşk öyküsüdür elbet ama "aşkın büyüsü" ismi de hafif kaçar, basit diildir ööle. Üç sene sonra da hatırlayacağımı varsayaraktan vercem puanımı, her ne kadar tam emin olmasam da.. olamasam da.
    Puan: 8
  • Nerdesin Be Birader? - O Brother, Where Art Thou

    İnsanı kurbağaya dönüştüren zihniyeti öperim ben.

    Yaw bugün eşeğin kötüne su kaçırdığımın farkındayım, bu filme yorum yazmaya kalkmak ta manasız bişey olcak, zira üzerinde çok çok konuşulması gereken bi film değil, "niye sevmedin?" desen cevabı belli, "niye sevdin?" desen açıklamak zor. Lakin ben ufak katkıların da anlam taşıdığını düşünen bi insanım, biraz da gevezeyim, bakın işte yine gevezeliyorum. Dediğim gibi konuşmaya çok gerek yok film üzerine; ben izninizle küçük bi anekdot aktarıp kaçıcam (kibarlığımı yiyim): Filmin başında kör zenci "you shall see a cow.. on the roof of a..a cottonhouse" diyodu ya, işte o an antenlerimi açtım ben bu filme tamamiyle, beklemeye koyuldum, nası çıkcak karşıma inek acaba diye. Sonunda ineği de gördüm "cottonhouse" ın çatısında, mest oldum, ekrana atlayıp sarılıp öpesim geldi hayvanı, "allaam bana bunu da göstettin ya, daa ne diim ben" diyerekten çıktım sinemadan. Tamam. Bitti. Tamam.
    Puan: 9
  • Şöhrete İlk Adım - Almost Famous

    Önemsiz ve geyik şeyler yazıcam okumama hakkına sahipsiniz

    - dedim, ve işte bakın bi çoğunuz sırf bu yüzden okumaya devam ediyosunuz. Peki burdan nası bi sonuç çıkarabiliriz? İlginçlik iyi bişeydir, insanlara daha kolay ulaşır, ilginçlik insanları çeker. Efenim filmimiz de bi hayli ilginçççç ... Bakın böyle deseydim bayaa güzel bişey yapmış olurdum, ilginç kelimesini kullanarak güzel bi geçiş olmuş olurdu, hatta sonra TRT den metin yazarlığı teklifleri bilem gelirdi. Ama ben böyle demiycem, çünkü filmimiz pek de ilginç diil aslında. Ama bakın ben yine de sizi oyuna getirdim, yalan söyleyerek te olsa harikulade geçişimi yine de yapmış oldum. TRT den metin yazarlığı teklifleri yine yağmalı yani. Zeki miyim neyim, yoksa salak mıyım, anlamadım. Bi kere filmin başında şu annenin küçük oğluyla kurmayı başarmış olduğu diyalog gözlerimi yaşarttı (çocuk büyüyünce bozulsa da). Kısır değil isem ve bi gün çocuğum olursa ben de buna benzer bi ilişki isterim ufaklıkla aramda. Öte yandan, aynı annenin genç kıza davranışı ortaokul yıllarımda iken "Kenibıl Korps" albüm kapakları ve özellikle "adiktid tu vajinıl skin" isimli parça yüzünden başıma gelen "tedirgin aile-asi çocuk" diyaloglarını hatırlattı bana. (süper cümle oldu, TRT bak neler kaçırdığını görmüyosun). Bu olaylar filmin ilk 15 dk. sında geçmektedir. Gerisini için atasınız bi 2 milyon kayme, anlatayım. Veya gidin sinemaya 3 milyon bayılın, kendiniz görün. Bu koca yazı genel itibariyle adam gibi tek bi anafikir içermese de, bakın bu son cümlede derin bi anlam gizli: filmi tavsiye ediyoruuuum. Küçük velede de acaip imrendim, yani n'oolurdu ben de "ayrın meydın" a ya da "savateyc" e roodi olsam, "heeeeyyy, roooooock" muhabbetleri çevirsek kendi aramızda. Müziğin felsefesini felan tartışsak. Olmadı işte. İçimde kaldı. Ama bakın zamanında "dude" a özenmemiştim metalika'ya roodi olsam diye. Demek ki neymiş? Filmin işlenişi psikolojimiz üzerinde önemli etkiye sahipmiş. Yüzyılın tesbiti gibi gördüm bunu şimdi birden... tamam geçti. Valla ben böyle diyorum, bakalım yerli bir sitemiz ne demiş (muhtemelen imdb den çeviridir bu da): "rock müzik dünyasını konu alır gibi gözükmesine karşın filmde çok daha fazlası var. 70'lerin başında idealist bir çocuğun müzik dünyasına girerek annesinin koruyucu şemsiyesinden çıkıp kimliğini keşfetmesini, vs.vs. anlatıyor". Ben geri dönüyorum: amacı buysa filmin, bu açıdan başarısız. Kalbi kırılıyo bi iki kere çocuun, bi şeyler öğreniyo ona da tamam ama ben bu filmi bu şekilde algılasa idim sevmezdim. Ama sevdim. "The war is over, they won. And they will ruin rock'n roll, and strangle everything we love about it" diyince içimde hakkaten bişiiler koptuğu için, müzikle fazlasıyla sevişmiş olduğu için sevdim. Zamanında şahsen Zeplin konserlerinde tepinmiş gibi konuştuğumun farkındayım, tepinmedim aslında, ama duygusal adamım ben, elimden bişey gelmez. Tamam çok daha güzel çekilebilirdi, yanlış yönetmene denk gelmiş diyip geçiyim. Hayatlarını "Led Zeplin-Blek Sabat-dı Dors" ikizkenar üçgeninde geçirenler (üçken ikizkenar çünkü Zeplin kısmısı daha uzun) orgazm olmak maksadı ile, diğerleri de güzel bi film olmasına binaen görsünler... keyifli. Yani aslında meraklısı için çok iyi yani, ben meraklısıyım mesela. Bu yazı da nası oldu da bu kadar uzun ve boş olabildi, incelenmeli bu konu. Aslında o kadar da boş değil bi sürü önemli nokta var dikkat ederseniz. Bi hafta sonra bi yazı daha yazcam, "iki yazı arasındaki 142 farkı bulun" diycem. Ben sarhoş muyum? Naaaa.
    Puan: 7
  • Çıplak Ten - Carne trémula

    Anılar... şimdi gözümde canlandılar.

    Çok samimi yazıyorum, seyrettiğim hiç bir filmden ötürü pişmanlık duyduğum olmadı bugüne kadar. "Keşke seyretmeseydim" demedim hiç, onun yerine Poliyana'yı örnek aldım kendime, "kötü filmler de lazım insana" dedim, veyahut "vakit geçti işte abi" dedim... dedim de dedim. Lakin (aradan 4 yıl geçmiş dün gibi hatırlıyorum hala) kapanış jeneriği girdiği anda pişman olmaya çok yakındım bu filmde. Hatta 10 dakika daha uzun sürseydi film, veya Caralis arkadaşla o gün "Loser'ın neşesi" tabir edilebilecek ruh halinde olmasaydık, vizyonda bundan başka görülmedik film kalmadığı için seyrediyor olmasaydık, sinema tarihine "katastrof'u pişman ettiren ilk film" olarak geçebilirdi "Carne Trémula". Çok yaklaştı yani, direkten döndü. Beğenerek seyrettiğim bi çok filmi bile 4 yıl sonra hatırlamayabilirim, ama bugün bile "seyrettiğim en kötü film neydi acaba?" diye düşünürken bu film aklıma gelir. Şimdi, benim derdim şu: Yönetmenin bi sonraki filmini herkes alkışa tutmuş (ben bu filmden sonra seyretmedim haliyle), adam İspanya tarihinin uluslararası camiada en bi tanınan 2.yönetmeni imiş, cümle alem severmiş vs. Bu arada filmin zuxxi ortalaması 8,6. Film hakkındaki izlenimlerimi diil de filmi adam gibi hatırlıyo olsam mantıklı konuşcam belki, hatırlamıyorum, mantıklı konuşamıyorum o yüzden. Bi kaç ihtimal var ortada: - Bu adam benim karşıma çıkabileceği en yanlış filmle çıktı, film hakkaten kötü. - Avrupa sinemasına sevgi, saygı, hoşgörü çerçevesinde bakan bi insan olsam bile ben "ispanik" filmleri algılamakta zorlanıyorum, belki anlayamıyorum (ama fransız parmağı da var olayda). - Tüm dünya elele vermiş ben ve Caralis ile taşak geçiyo (ama.. yok bu mantıklı). - Film ve yönetmen bana hitap etmiyo, (ama bi numarasını görsem "fena diil ama bana uymaz" demeyi de bilirim ben, bi numarası olsa o kadar kötü anıyla ayrılmam salondan). - Ben buraya ait değilim. Her bi durumda da bu kötü anıya hakettiği cezayı vermek boynumun borcudur.
    Puan: 1
  • Kapıdaki Düşman - Enemy at the Gates

    Sense and Sensibility

    Şimdi efendim, sinema sanatını efendice takip eden, gönülden seven herkesin bildiği bir gerçek vardır ki bu noktaya bir film yaparken (gerekmekteyse tabii) dikkat edilmesi gerekir: Diyelim ki ben Amerikalı bir yönetmenim, (bakın bire bir örnek vermiyorum)üç beş Alman'la üç beş Rus'u yanyana koyup film yapçam bi tane. Ben bir Amerikalı olduğuma göre, aşağıdakilerden bir tanesini seçebilirim: 1..Almanlar Almanca, Ruslar Rusça konuşurlar, aktörleri ona göre seçerim, gerekli yerlere de ingilizce altyazı koyarım bi güzel. Güzel olur böylesi, gerçek olur. 2..Almanlar da Ruslar da İngilizce konuşurlar, fakat her ikisi de konuşmaları gereken aksanla. Titiz bi aktör seçimi ve çalışma ister bu durum. Birinci durum kadar gerçekçi olmasa da gerçekçiliği yitirmemek için kullanılan bir hiledir zaman zaman. 3..Ya da salarım hepsini ortaya, herkes takılır kafasına göre, umrumda deildir benim. Bu filmdeki gibi her bi milletin ferdi tek bi ingiliz aksanı kullanaraktan (e napsın adam anadili ööle) konuşur, David Copperfield havalarına girer Ruslar, "Jane Austen'den uyarlama diil miydi bu senaryo" dercesine dolaşırlar ortada, bense kameramı sallar keyfime bakarım koltuumda. Noolur peki sonra? Bu durumu farkeden bi izleyiciye ağzınızla kuş tutsanız yar olamazsınız artık. Sizin bu işi önemseyecek titizliğe sahip olmadığınızı anlamıştır, ona bu kadarcık bi gerçekçiliği çok görmüşsünüzdür ve o bunun farkındadır, öylesine bi çekiverip atıvermişsinizdir filmi ortaya. Onun gözünde bi hiçsinizdir artık, hatta yoksunuzdur, hiç yaşamamış gibisinizdir, sizin gibi bi yönetmeni yoktur artık onun. Sonrasında güzel sahnelerle donatırsınız ekranı, güzel bi nehir sahneniz vardır mesela elinizde, üstüne biraz müzik, sonra keskin nişancılık hikayeniz de vardır -kolay işlenir, ilgi çeker-, sonra bi tane aşk hikayesi, hatta "public sex" de olsa bi tane ne de güzel olur, sonra kendini feda eden bi kahraman olmadan olmaz, bi de şey olmalı.. küçük bi çocuk olmalı ki dramatik sahnelerimiz de eksik kalmasın, "Savaş" olayını yeterince dramatize edemiyoruz çünkü, ille de çocuk lazım bi tane. Olmadan olmaz. Çocuk. Yaw ben bu filmi sinemada keyifle izlemiştim zamanında, şimdi üstünden giderken kıl olmadan edemiyorum. Halbuki Stalingrad'ın öyküsüydü, çok önemliydi bu cephe, hoşuma gitmişti konu... bu açılardan insaflı olunmalı not verirken pek tabii.
    Puan: 6
  • Er Ryan'ı Kurtarmak - Saving Private Ryan

    Spielberg Anti-Militarizmi

    İzlemeyen okumasin

    Bir sahnesini çok severim bu filmin: Bir Alman, bir Amerikan askeri küçücük bi odada karşılaşırlar, birinden birinin ölmesi gerekmektedir, haliyle kavgaya tutuşurlar. Sonunda Alman askeri Amerikalının "dur, yapma" dileklerine karşı "bak direnmezsen senin için daha kolay olur" diyerek öldürür Amerikalıyı. Spielberg amcanın kafası öyle eleştiriye, imaya pek basmasa da bu sahnede kocaman bi ironi yatmakta. Aklı başında her insana sormalı bu sahne: "İki ülkenin savaşıp iki taraftan yüzbiner kişinin ölmesine bi mantık bulabiliyosun, bak bakalım birbiriyle hiç mi hiç alakası olmayan iki insanın birbirini bu şekilde öldürmesi mantıklı mı? Şimdi bi daha bak bakalım iki taraftan yüzbinlerin ölmesi ne kadar mantıklı?" diye. Stalin'in bi lafını hatırlatıyo bana: "Tek bir insanın ölümü trajedidir, yüzbinlerce insanın ölümü istatistiktir" demiş adam. Kendini yaptıklarını haklı çıkarmaya çalışmış böyle diyerek. Spielberg de anti-militarist bi film olduğunu dile getirmiş Er Ryan..'ın. Filmin geneline bakıp düşünüyoruz sonra: Anlıyoruz ki Spielberg yukarıda geçen ironiyi göz önüne sermiş, fakat aslında yanlışlıkla sermiş. Bi bakıyoruz ki seyirci o sırada aslında Amerikan askerinin tarafını tutmaktaymış. Filmin geneli Amerikalı anneye gönderilen bayraklardan tutun da, Amerikan başkanının gözleri yaşartacak mektubuna, ana kucağına gönderilmek istenen askerin "anamı boşverin, Amerikanyadan güzel ana mı var" mesajına, ölen Amerikalı askerlere yakılan ağıtlara, askerlerin tek tek işlenen gayet duygusal öykülerine ve şu iğrenç Amerikan patriotizmine kadar her türlü Amerikan "vıcık vıcık" lığını barındırmaktaymış... Filmin sonunda Tom Hanks'i kendi serbest bıraktığı askere öldürtüyor Spielberg. Seyirci kızıyor bu noktada "keşke öldürseymiş adiyi önceden" diyor. Serbest bırakılan askeri de "filmin başından beri adam öldürmeyi beceremeyen tırsak hümanist" e öldürtüyor yönetmenimiz. O da anlıyor ki işin doğrusu kesip biçmekmiş. Biz de anlıyoruz ki "anti-militarizm" yapıcam diyip sonunda "savaş" ı haklı çıkarmak böyle bişey oluyormuş. Spielberg'in "kazara" yaptığı sahnenin hatırına bi iki puan fazla vercektim, filmin gişede "Thin Red Line" ı ezip geçtiği aklıma geldi, gıcık oldum, duygularıma yenilip 2 puan da burdan kestim.
    Puan: 3
  • Uykusuz - Non ho sonno

    dın... dın... dın... dın... nıhaaaaaa...

    Bi kere öncelikle şunu ifade ediyim, ben "korku filmi" kavramına inanan bi insan diilim, korkmam ben film kısmısından. Arada bi irkilirim, zaman zaman gerilirim, olursa o olur. Ha o zaman bu türe "korku" diil "irkilme" filmleri deyip ona göre hareket etmem gerekmektedir. Zaman zaman irkiltmeyi ve arada atmosferiyle ve özellikle de yerinde kullanılmış distorsiyonlu müzikleriyle germeyi başarmış film. Bi de adam öldürme hadisesini iyi başarmış, bu kadar iyi adam öldüren yönetmen az bulunur heralde. "Klişe" lerle dopdolu bi film diycem, yalnız Argento bilader bizzat bu filmlerin alfabesini yazmış insanlardan bir tanesi olduğundan, bu klişelerin icad edilmesine katkıda bulunmuş olduğundan, bu ithamda bulunmak haksızlık olur bi miktar. Lakin bu filme "iyi" diyebilmek için de daha bi meraklısı, hastası olunmalı Argento nun olayının, ben hastası diilim, o yüzden "kötü" demek mecburiyetindeyim. Bi iki tane sahne var ki, mesela şu trenin dışardan çekimleri bayaa güzel yapılmış, bunu da takdir etmek zorunda hisettim kendimi. Yoksa çok da mühim bi mesele diil.
    Puan: 4
  • İhtiras Rüzgarları - Legends of the Fall

    Şöyle ortamlarda büyümek vardı zamanında ...

    Hastasıyım ben kendi memleketimin yerel televizyonlarının. Açıyosun öğle vakti televizyonu, bi bakıyosun LecındsOvDıFol'un jeneriği girmiş. Tak VCD'yi oynat, ne güzel vallaa. Filmin zıttırık bi eğlence programıyla yarıda bırakılma riski var her daim, yalnız denemeye de değer. "No pain, no gain" der ya gavur, o hesap. Ben bu tür aile filmlerini severim biraz. Karizmatik baba vardır bi tane, oğulları vardır bunun, oğulların farklı karakterleri ordan oraya götürür senaryoyu. Duygusal mevzular üzerinde düşünmeye iter insanı biraz, empati yeteneğimizi geliştirir vs... Bi de çiftlikte geçiyosa filmimiz gayet güzel doğa manzaraları, dağlar bayırlar sermiştir gözlerimizin önüne, bi de tabii öğle vakti "bundan iyisi Şam'da kayısı" durumu var, oturur izleriz, tavsiye de ederiz.
    Puan: 7
  • Moulin Rouge - Moulin Rouge

    Kıymetini bilelim bacaklarımızın... diyim de başlık olsun

    Zor işe el attık şimdi, lakin başladı mı da bitirmek lazım. "Ben kim oluyorum da bu filme yorum yazıyorum" şeklinde anlamsız bir his bi yandan içimi kemirmekte, ama dediğim gibi anlamsız bir histir kendisi, adam yapmış filmi koymuş önümüze, biz de fikrimizi söyliycez elbet. Mevzuu bahis ressamımızın içinde bulunduğu durumu pek bi güzel resmetmis yönetmenimiz. Bu durumda olan bi insan ne yapar? Gizlenir. Kırmızı değirmen'deki masasının ardına gizleniyor Toulouse. "Normal" olabildiği tek yer orası çünkü. Goulou deseniz ayri bi alem, konuşmasından tutun da erkeklere bakışı, sonra da başına gelenlere kadar pek bi sevdim ben bu karakteri. Kolay kolay unutmayacağım diyaloglar içermekte film, Toulouse'un maymun alıntısı, aristokratlara dokundurması ve Mona Lisa üzerine yapılan tartışmalar gibi örneğin. Diyceksiniz ki "bu zaten yaşanmış bir olay, filmin marifeti nerde?" diye. Filmin marifeti beni Lautrec gibi düşündürebilmesinde, karakterleri tutarlı bi şekilde önüme koymasında ve pek tabii düşük temposuna rağmen beni bir an bile sıkmamasında. "Yalan aslında bu eğlence alemi" gibi çok alışık olduğumuz mesajlar aldık kimi zaman, sosyetenin yerildiğini gördük, çekimleri beğendik, "daha ne olsun?" dedik. Filmin son sahnesini de ayri bi güzel buldum şahsen. Ayrıntısına girmiyorum, zira isterim ki izlemeyen de okusun buraları. Çok gördük belki "ümitsizlikten kendini içkiye, şuna buna vuran çaresiz adam" öyküsü, yalniz böyle güzelini görmedik. Ayrica sırf onbin tane filmde gördüğümen ötürü şu şovlardan birini bir gün canlı izlemek isterim, artık Brodvey'de mi olur, Mulen Ruj'da mi olur, orası kısmet meselesi.
    Puan: 8
  • Beyaz Şeytan - Blow

    Kokain

    Film arasında arkadaşlarla "girilmeli şu uyuşturucu işine" geyiği yaptık. Bu sırada elimizde döke saça yemekte olduğumuz bir kutu mısır ve de meyveli soda var idi. Hani ben bi film yapacak olsam bi gün, bu mevzuları elinde pop korn yiyerekten tartışan üç tane adam koyarım bi sahnesine. Hatta beni de Tarantino oynar, pek güzel olur, hem de "Tarantino taklidi olmuş" ithamlarından da sıyırırız filmi bu sayede... Film bitti, geyikler "uyuşturucu işine girilmeli, yalnız dikkatli olunmalı" boyutuna taşındı. Doğrudur yani film hakkında ortaya atılan "uyuşturucu ticaretine özendirdiği" şeklindeki iddialar. Bunun dışında minimum düzeyde beklenti ile gitmiştik filme, beklediğimizden fazlasını bulduğumuz için de sevdik. Başka yerlerde görsek "hadi ordan" diyeceğimiz sahneler yok değil idi, filmin son sahnesi gibi örneğin, lakin burda demedik, hikayenin altyapısı güzel hazırlanmıştı çünkü. Bi de JoniDep'in göbeğine güldük bol miktarda... Potente kardeş de koşa koşa iyi gelmiş buralara, takdir ettim, yalnız bu filmde pek değenmedim kendisini. Senaryonun Tuna denilen karakteri pat diye ortadan kaybedivermesini de tuhaf buldum şahsen. Tavsiye olunur, gidin görün.
    Puan: 7
  • Baraka - Baraka

    Arbeit Macht Frei

    Filmin hemen başında bir su birikintisi içinde "görmüş geçirmiş", bilge bakışlı bir maymun karşılıyor bizi, film de bu noktadan itibaren koyuyor ağırlığını üzerime. O nası bakıştır hayvanın gözlerindeki? Nerden buldun, nasıl çektin, nasıl yakaladın o ifadeyi? Film boyunca sayın maymun görüntüsünü hiç eksik etmedi dimağımdan, "sen evrimleştin de ne oldu insanoğlu?" dedi durdu yer yer. Devam edelim... Muhteşem doğa manzaraları ardından gelen ironik "modern hayat" görüntüleri, hemen ardından insanın yarattığı dünya... evsizler, hayvanlarla birlikte çöp karıştıran insanlar, silahlar, tanklar, toplama kampları. İnsanın kendi cennetimi yapıcam diye kendi cehennemi içinde kaybolması zannederim ki daha güzel anlatılamazdı. Bu sahneleri izlerken sanırım herkes -muhtemelen başlangıçta pek anlamsız bulduğu- yerli görüntülerini hatırlayacak, ve soracak kendisine: "hangisi daha anlamsız acaba?" diye. Güneş tutulması sahnelerinin film boyunca kademe kademe verilmesi insanın kendi dünyasını karartmasını simgelemekte sanki. Güneş yeniden ortaya çıkıyor haliyle, ilk ışığı görüyoruz, ve hemen ardından ağlama duvarına, Ayasofya'ya, Kabe'ye gidiyoruz. Yönetmen "umut ışığı" nı dinlerde, manevi hayatta gördüğünü anlatıyor bence bu şekilde. Pek dindar bir insan olmayan ben böyle yorumlamaktayım bu sahneleri. Bi hayli özet bi bakış oldu bu filme, fakat her sahneye hakettiği değeri vermeye kalksak buralara sığmaz. Ayrıca japonları pek seven bir biladerin de ifade ettiği üzre bu film kesinlikle sinema ekranında görülmeli, tadı eksik kalıyor sonra... Seyreden pek çok yönetmenin "keşke ben çekseydim" diye kıskançlık duyacağı bir yapıt olmuş Baraka.
    Puan: 10
  • Yapay Zeka - A.I. Artificial Intelligence

    I think... therefore I am

    "Yapay Zeka", bugün de el değmemiş bir malzeme olsa idi sinema için, ben de bugüne kadar aynı konuda daha iyi ve sorgulayıcı filmler seyretmemiş olsaydım, çok sevebilirdim bu filmi. Lakin bi 10 sene sonra "Blade Runner" üzerine konuşurken kimse atlamıycak ortalığa "bak A.I da iyi filmdi" diye. Film hakkında şu anda aklıma ilk gelen sıfat: "basit". Filmin işlenişinden karakterlerine, yaptığı göndermelere kadar herşey çok basit. Yani, kendisine konu edindiği "Pinokyo" masalından daha az masal değil film. Sonra da diyorum ki, bu konuya yepyeni bakış açıları getirecek, beni koltuğumda bir o yana bir bu yana döndürüp düşündürecek, "kompleks" bi film yapılacaksa, bunu Spielberg yapmasın zaten. Spielberg kendisinden beklediğimi yapsın, ben de örneğimizde görüldüğü gibi "masal izler gibi" izleyim. Bu açıdan bakıldığında film kendi içerisinde gayet tutarlı, iyi yakalamış olduğu noktalar var, amma velakin bu konunun akla getirdiği tüm sorular bir kenara bırakılarak, ya da sadece "şöyle bir" dokunulup geçilerek karşıma bir adet "duygu salatası" çıkarılırsa, benim sinema keyfimi bir hayli yaralar bu olay. Kubrick-Spielberg ikilisi hakkında da fazla gevezelik yapmak istemem, sadece derim ki: Kubrick etkileri bir hayli mevcut elbette ki, lakin Spielberg "kocaman" atmış imzasını orta yere, yapay zeka mevzuuna Spielberg'ce bakmış, filmin büyüklüğünü değil de kazanacağı dolarları dert edinmiş bolca. Çok da hakkını yememek lazım diyerekten basıyorum puanımı.
    Puan: 6