zuxxi.com//sinema|geyiks

copine

  • Tanrı'nın Eseri, Şeytanın Parçası - The Cider House Rules

    Fikrimce...

    “The Cider House Rules “ İngilizce’den çevirmeye çalıştığımızda “Elma Şarabı Evi Kuralları “ diye karşımıza çıkıyor film. Oysa hepimiz “Tanrı’ nın Eseri, Şeytan’ın Parçası” olarak gittik sinema salonuna. Belki de ilk görmemiz, algılamamız gerekenin Tanrı’ nın eseri (yarattığı – can verdiği) “bebek” lerin şeytanın parçası “kürtaj” la fırınlarda yakılışı olması istenildiğinden böyle bir isim uygun görülmüştür. Oysa filmi izleyip bitirdiğimizde karşımıza üç ana konu çıkıyor : Kürtaj, Ensest ilişki ve hayatı tanımaya başlama. ( Kimi zaman önemli konu diğer konular arkasına gizlense de.... – kızının ırzına geçip onu hamile bıraksan da kimse sana aldırmayacak! Çünkü aslında sen onu “seviyorsun”!!! Bebeği aldırırsın olur biter!!!- ) Bir yetimhane , birbirinden güzel çocuklar bir yandan kendilerine aile bulmak için kendi reklamlarını yapıyorlarken : I’m The Best. , bir yandan da aslında sahip oldukları büyük bir ailenin içinde yaşamlarını sürdürüyorlar krallar ve prensesler olarak. Baş karakterimiz Homer ise - Kundera’nın da dediği gibi - anne babanın olmamasının getirdiği özgürlüğünü, kendini o yaşa kadar, hem de mükemmel bir cerrah olarak yetiştiren doktoru ve büyük ailesini terk ederek “ hayatı tanıma” amacıyla kullanıyor. Homer kürtaja karşı... Karşı olmazsa kendisinin de o an orada olamayacağının bilincinde çünkü. Homer hayatı “Cider House” da tanımaya başlıyor. Öncelikle uyması gereken kurallar olduğunu – çatıya çıkmayın, alkollüyken cihazları kullanmayın, yatakta sigara içmeyin – öğreniyor sonra da bu kuralların anlamsızlığını, kuralları ancak o hayatı yaşayanların koyabileceğini... Ve “öteki” lerin koyduğu kurallar da istenmeyen bebekler gibi sobaya postalanıyor. Üç konuyu da aynı derecede anlatma çabasının yarattığı rahatsızlık oyuncuların güçlü yorumları ile biraz da olsun unutuluyor. Yaşamın yavaşlığını filmlerle hızlandırmayı seven ben tarafından hızı düşük ama kesinlikle gülümsetmeyi başarabilen bir film olarak tanımlanacak.
    Puan: 6
  • Manolya - Magnolia

    manolya

    Thomas Ansderson Filminin daha başlangıcında bize öylesine şaşrtıcı olaylar sunuyor ki, "hadi canım sen de tasadüfün de böylesi..." cümlesi hepimizin kafasından geçiveriyor. Giriş az biraz belgesel tadındaki anlatımıyla bize göz kırpıyor. filmin asıl öyküsü başladığında hep o şaşırtıcı olayların ışığı altında böylesine şaşırtıcı şekilde olayların gelişeceğini umuyoruz. hani nasıl bağlanacak olaylar, nasıl ince tesadüflerle birleşecek yaşantılar diye sabırsızlanıyoruz. ama film bizim bu sabırsızlanma sürecimizde bile doğallığıyla ve tesadüften uzak yaşantısıyla kendini izlettiriyor ve sakinleştirerek en nihayetinde aradığımız cevabı veriyor. İki tane adam Jimmy ve Earl, ikisi de kanser ve öleceklerinin bilincindeler.İkisi de geçmişlerinde şimdi onlara pişmanlık verecek olaylar yaşamışlar. onlar geçmişlerini unutsalar da geçmiş onları unutmuyor ve bu "hata"larını yüzlerine vuruyor. Jimmy Eral'in prodiksiyon şirketinde 30 yıldır yarışma programı sunuyor. Frank babasının onları terketmesini, Jimmy nin kıza ise babasının kendisine tacizini affedemiyor. Jim, Jimmy nin kızıyla bir ilişkiye başlıyor, Stanley ve Danny aynı yarışmanın - Jimmy nin sunduğu yarışma - ünlendirdiği iki dahi...Filmde kimsenin hayatının bir yerinde olmayan her şeyi bizim gibi izleyen tek karakter Phil oluyor. İzliyor, düşünüyor, anlıyor ve ağlıyor. filmde karakterler işte böylece birbirine bağlı. peki hayatı nasıl kesiştiriyor diyorsak cevabı aslında çok basit: aslında hepimizx benzer nedenlere benzer sonuçlar alıyoruz bu hayatta. acılarımız asla dinmiyor ve dinmeyecektir de biz kendimize bir yanıt verene kadar. Thomas Anderson böyle birbirinin içindeki hayatları birbiriyle bir yerlerinden kesişen yaşamları taa en başından dalgıcın ölümüne neden olan pilotun evinden başlayarak tüm karakterlerin evine manolya resimleri koyarak ve tüm karakterleri manolya bulvarından geçirerek isimlendiriyor filmini. Filmin sonundaki muhteşem kurbağa yağmuruyla da başta dediğimiz "tesadüfünde böylesi" cümlemize: "hayır, aslında bunlar olan şeyler" diyerek karşılık veriyor.
    Puan: 9
  • Erkekler Ağlamaz - Boys Don't Cry

    Erkekler Ağlamaz... ( Niye ki ? )

    Daha bugün gazetenin ikinci sayfasında “O artık Kadir” başlığıyla bir kadının erkek olduğu haberini okuyan bizler, neden Kimberly Peirce’ın Erkekler Ağlamaz ( Boy’s Don’t Cry ) filmine gidince rahatsızlık duyuyoruz ki? Teena Brandon ‘ın tüm yaşadıkları gerçek. Beyaz perdeden bize ulaşanların hepsi gerçek. Ama bu gerçekte bizi rahatsız eden şey ne? Brandon’ın seksüel kimlik çatışması, erkek olmak istemesi, erkek olması mı? Sapına kadar erkek olanların insan olamaması mı? Tek problemi yanlış bir bedende doğmak olan Brandon, kadın ruhundan çok iyi anlayan bir erkek , - ki Hilary Swank’ın müthişten öte bir tabirle ifade edilmesi gerekli oyunculuğuyla tüm duygularını hissedebiliyoruz - tek istediği bedenini değiştirip tüm sevgisini sevdiği kadına verebilmek. Sonunda hep karşılaştığı ise bela. Yaramaz bir çocuğun hınzır gülümsemesinin başına açacağı derdi önceden hissetmek gibi, belanın peşini bırakmayacağını hissediyoruz. Nerede, ne zaman , ve nasıl diye bekliyoruz. Film için üzüldüğüm tek nokta da bu: Yaşanmış bir olay. Ve hayat pek mutlu sonla noktalanmıyor. 2. yarının ortalarına doğru ise cevaplar ardı ardına geliyor. Nesin sen, kızıma ne yaptın? Banyoda zorla ne olduğunun kadın mı, erkek mi, hermofrodit ( erdişi ) mi anlaşılması için zorla soyulması, bacaklarının açtırılması...... ve artı olarak en büyük aşağılanma: tecavüz ile istemesek de aradığımız cevabı görüyoruz. Peirce, bu sahnelerle izleyiciyi vuruyor. Filmin en önemli sahneleri belki de bunlar. Hücrelerimize kadar işletmemiz gereken sahneler. Sorunu ortaya koydurtan sahneler: Problem ne ? Kadın olmak, erkek olmak, insan olmak ? Tercihin ne? Dramatik kurgu, özellikle ışık ve renk kullanımıyla ( donuk renkler ve ışık seçimiyle hayatın o kadar da renkli, kolay, cıvıl cıvıl bir şey olmadığı) zevkle kendini izlettiren film, son sahneye kadar Teena Brandon’ın ; son sahneyle de Brandon’ı ( film içinde) anlayan tek kişi Lana ‘nın öyküsü oluyor.
    Puan: 8
  • Kazanma Hırsı - Any Given Sunday

    Kazanma HIRSI....

    Herhangi bir pazar günü: Ya yenersin ya da yenilirsin. 165 dakika boyunca eşine çok sık rastlamadığımız hıphızlı bir kurguyla "Amerikan futbolu"nu ve bu oyunun arkasındaki yaşamı Oliver Stone son filminde gözler önüne seriyor. Hani adına kanıp da filme gittiğimizde, karşımıza bildik bir öykü çıkacak sanıyoruz. Bir hırs öyküsü : Bir takım üst üste dört maç kaybetmiş, bir kahraman bularak düze çıkacak. Hızlı kurgusu başımızı döndürmez, ve futbol canımızı sıkmazsa filmde görüp göreceğimiz tek konu bu olmuyor. Lidyalıların keşfinden itibaren her şeyin temelini - asıl amacını oluşturan "para" beraberinde "yükselme hırsını" da alarak bu filmde de öz konular olarak karşımıza çıkıyor. ( Sahanın ortasında bir adam yerde acılar içinde kıvranıyor: 2 milyon dolarlık bir kayıp. Kafasına alacağı ilk darbede öleceğini bilse de oynayan bir adam: 1 milyon dolarlık pirim. Kendilerini dolar işareti gibi gören adamlar. Başka güçleri olmayan adamlar.) Film %70 civarında stadyumda geçiyor. yani günümüzün enerji boşaltım alanlarında. Koç Tony'nin evinde seyrettiği, Roma'daki gladyötörlerin savaşından pek farklı değil stadyumda verdikleri savaş. Gladyatörler alkış alabildikleri, halka adlarını tekrarlatabildikleri ölçüde özgürlüklerine yaklaşıyorlardı. Futbolcular için de durum bundan farklı değil. Ne kadar çok alkış alırsan fiyatın o kadar artar, bu da seni yeni dünya düzeninde o kadar "özgür" kılar. Stadyuma /arenaya ne kadar çok "alkış" layacak insan gelirse politikacıların/ kralın iktidarı o kadar onaylanır. Kitlenin yoğunlaşan enerjisi çekilir ve kitle etkisiz hale gelir. Politikacılar da takımlara / takım patronlarına daha çok destek verir. Koç Tony'nin son maçtan önce yaptığı konuşma - Willy'e ders olsun - ( bireyselcilikten toplumsalcılığa) bireysel oyundan takım oyununa geçebilmenin önemini vurguluyor. Bütün takım aynı şeyi görürse ve bir bütün olarak oynarsa kazanır. Stone, savaş gölgelerini asıl görüntüye mixleyerek ; oyuncuların sevinç anını topu bomba niyetine atarak, ya da otomatik silahla birbirlerini öldürmeleri olarak vererek bizlere amerikan futbolunun da bir savaş olduğunu ima ediyor sanki...
    Puan: 8